Ana Sayfa Kalemimden Animeler Kitaplar Mangalar Filmler Diziler Mimler

28 Temmuz 2015 Salı

Hikaye; kaybolmayan izler.

Bundan sonra ara ara buraya yazdığım hikâyeleri ve karalamaları koyacağım. Çoğunu RPG ortamında önceden yazsam da, karakterleri ve orjinal kurgularını yıllar evvel yazmış, ve bilgisayarım da arşivlemiştim. Bilmeyen olursa ara, ara mini öyküler yazarım, tabii bunların çoğu aklıma geldikçe olduğundan 'mini' dediğimiz vaziyette kalırlar ve zamanımın çoğunuda 'play by post role play game' yani kurgusunu kendimiz oluşturduğumuz karakterin öyküsünü bir forum üzerinden yazarak devam ettiren bir nevi rol yapma oyunu ile geçiririm. Koyduğum öyküde Harley adında, bir bar sahibi olup, dünyada ki esrarengiz ve gizemli olayların peşine takılmış bir kızı konu alır. Şimdi gelelim asıl olaya, kayıt olduğum sitelerde GM yani yazdığımız hikayede bize görev veren arkadaşın isteği üzerine kaleme almıştım ve doğrusu benim için Harley'nin öyküsünde en sevdiğim kısımlardan birisi olup çıkmıştı. Bu yönden blogumda da koyma gereği hissettim. Dilerim sizde seversiniz. Unutmadan Molly-chan'a nazik yorumu için teşekkür ederim, beni ziyadesiyle mutlu etti. 


Gelelim hikayemize;

zevâlnâpezîr izler. 



LUMOS

  • Eski bir günlük sayfasından;
  • Ne vakit semâ kandillerini saklasa yeryüzünden bir dilek tut derdi annem; çünkü dilekler gerçekleşmesini umduğumuz umutları yansıtırmış gökyüzünde. Her bir umut gün gelir gerçekleşmesini beklemek üzere göz kırparak süslermiş dünyayı insanlığın bilmediği âlemde. Ben umutlarımı yıldızlara adadım, çünkü biliyorum ki gün ne kadar karanlık olursa olsun her daim uzaklardan bir yıldız kayar geçer gönlüme. Tıpkı gecenin kasvetli havasının mesaisine son veren güneş gibidir masallarım. Leylünehâr vakti arasına mahpus döngü selam ederken yeni başlayacak güne, kendisini adadığı deryalara demir alır bilinmezliğine. Buna rağmen gün korkusuzdur kaderin çizeceği yazgıya rağmen. Zira inanıyordur ki gün, kendisini bekleyen muamma deryalar ne kadar karanlık olursa olsun, karanlığın olduğu her yerde ışıkta vardır.
8 Haziran 2011
Dev dalgalar kayaları dövercesine uzanırken kıyaya, denizin berrak maviliği gökyüzünün lacivertinin tonlarında kaybolmuştu usulca. Artık birdi nilî perdeyle bahr; bir zamanlar âfitâbla birlikte beyan olan ufuk çizgisi gittikçe solmuş, en sonunda yok olmuştu kendisinden yadigâr bırakmayacağı an gelene dek. Buna rağmen asla kavuşamıyordu gök deryalarına, saatler evvel hüznünü bırakırken yeryüzüne şimdi kendinden geriye sadece öfkesinin sembolü olan hırçın dalgalardı armağanı denize. Sert biçimde kıyaya vuran dalgalar sanki bu isyanı dile getirircesine haykırmaya çabalarken gizlediği duygularını, tüm olaylara seyirci kalan tabiat suskunluğuna bürünüp inzivasına devam etti umursamazca. Ne ruhanın kasvetli esintisinden yayılan ezgiler dikkatini çekti tabiatın, ne de kayaların üzerinde bir umut ışığı olan menarın yaydığı gümüşi ışık. Yine de vazgeçmiyordu deniz sevdasından, bir umutla dalgalarını huzursuzca vururken kıyıya, alabildiğince uzanan maviliği ayân eden fenerin ışığı sönmek bilmeyerek dört bir yanı kuşatmaya devam ediyordu leylin karanlığını geçerek. Kimse duymasa da denizin çağrısını yeşil gözlü cadı kulağını adamıştı bu ritme. Kayalığa vuran dalgaların sesi, sükûnete saniyeler içerisinde son verirken geri çekiliyor, yine sessizliğin perdesini bağışlıyordu dünyaya. Lakin hiçbir zaman fazla sabırlı olamamıştı deniz, tıpkı kendisini umutlu gözlerle izleyen cadı gibi; saniyeler içerisinde sessizliğini bağışladığı dünyaya yeniden öfkesini kusarak hırçın dalgalarını yüzüne çarparcasına adarken, doğacak olan güneşin ilk ışıklarıyla ortaya çıkan ufuk çizgisinin yeniden kendisini asumandan ayıracağını biliyordu. Maine'in kalabalık şehri Portland geceyi barındırırken bünyesinde, rüzgâr kalabalık trafiğin tınlamalarını taşıyordu küçük sahile, kimi vakitler sessizliğini yutan sahil insanların şen kahkahalarına maruz kalırken o; yinede yüreğinde taşıdığı hüznü fısıldıyordu sessizce. "Güzel bir gece değil mi?" Genç adam kızın yanına soğuk kayalıklara verirken bedenini, kollarını dirsekleriyle buluşturarak ellerini birbirine kenetledi bakışlarını gülnâr saçlı nâşinas yabancının baktığı yöne yönlendirirken. Yirmilerin başlarındaydı kız, önüne gelen kan çiçeği tonunda ki saçları simasını gizlese de, kayıp ufka bakan yeşil gözleri bir hayaleti ararcasına kaptırmıştı kendisini. Belki de bir hayaleti görüyor diye düşündü Tom Laurent, keza babası çoğu zamanlar hatıraların gözlerin önünde görünmez izler taşıdıklarından bahsetmişti çoğu kez. Kızıl saçlı genç kadın ellerini dirseklerinden çekip soğuk kayaya koyduktan sonra gevşettiği omuzlarını umursamaz bir edayla –her ne kadar Harley bunu umurunda olmamış bir izlenim gibi vermemek maksatlı yapmasa da- silkerek yüzüne kondurduğu hafif tebessümle düşürdü zihninde ki meçhul lafızlarını. "Bence biraz hüzünlü, dalgalara baksana deniz nasılda hıncını kayaya savuruyor." Göz kırpan ahterleri ışığı altında gözleri zümrüdî parıltıya kavuşan kız dönüp bakarken adama düşlerinde muhafaza ettiği kelamlarını tüm çocuksu hayalleriyle birlikte esirgemeden döktü açığa. "Hiç denizin çevresi neden kayalarla çevrili diye düşündün mü?" Zaten hiçbir vakit kâinatta olmayan renklerdeki hulyâları paylaşmaktan çekinmemişti kız, neticede hayat dahi ödünç verilmişken insana, ne diye rüyalarını kendine saklamak isterdi ki birey yaşamda? Paylaşacak kimsesi yoksa eğer insanın, çoktan sönmüştür hayatı demişti mazinin bıraktığı hatıralarda annesi. Haklı mıydı diye düşünmemişti cadı, zira yaşamın sunduklarından kâh gülüp kâh ağlasa da, hüznünü paylaşacağı dostlarıyla omuzlarına sinen yükün uçuşup gittiğini hissediyordu bir hazan sabahı kendisini melteme teslim eden yaprak timsali. Rüzgârla birlikte dalgalanan ahmer renkli saçları yayılan fenerin ışığının altında kimi anlar parıldarken kıza yönelen bir çift azur renkli bakış, leylin tonuyla laciverte örtünmüş deryaların özlem duyduğu mavilikteyken şimdi o gözler bir bilmecenin yanıtını arıyormuşçasına kızın dudaklarından açığa vurulan sözcüklerin barındırdığı anlamı arıyordu. Aslında pek aramasına gerek yoktu Tom’un, kıyılarda oluşan kayaların sebebini biliyordu, velâkin kimi anlar görünenin aslında görünmeyen gibi olduğunu da anlayacak kadar hayattan deneyim toplamıştı delikanlı. Koyu kestane rengindeki kısa saçları rüzgârda savrulmaya çalışsa da inatçı bir keçi misali, kızıl saçlı kızın aksine olduğu yerde duruyor, buna rağmen genç adam aklını kurcalayan sorudan mütevellit eliyle karmaşık olan saçlarını daha da dağınık görünmesine istemsiz biçimde katkı sunuyordu. "Yer kabuğunun oluşturduğu katmanlar desem?" Tedirgince ederken tekellümünü, âbgûn renkli gözleri bir çocuğun ruhunu taşıyan genç kadına istemsizce yanıtına vereceği tepkiye oranla merakla kuşandı. Hayır, Tom'un kanısı kızın giydiği gökkuşağınım anımsatan renkli kazakla, üzerine geçirdiği askılı kottan ötürü değildi, bilakis tebessümü kuşanmış dudaklarından barınan sözlüklerindeki anlamlardandı. Kızıl saçlı kız yüzünde ki tebessümü gittikçe genişletirken ufkun ötesine doğru ışığını saçmaya çalışan fenere odaklanmış bakışları aldığı çekimser yanıttan ötürü, kelimeleri yuvarlayan çocuğa yönelmiş ardından tekrar gökyüzünü kuşatıp pırlanta timsali parıldayan yıldızlara dönmüştü. "Fen bilimlerim kaç demiştin?..." Çevreyi mesken eden denizin kokusu kayalıklara çarpan dalgaların sesiyle birlikte yayılırken yavaş yavaş, birbirinden uzak iki yabancının gülümsemeleri duyuldu saniyelerin gerisinde bıraktığı ölmüş zamanda. Yeşil gözlerini deviren avcı hatıralar ormanını anımsatan zihninde çıktığı kısa yolculuğun ardından, ses tonunda gizleme ihtiyacı hissetmediği özlemle yeniden kurarken cümlelerini, gerisinde bıraktığı hatıralar ormanı bir sis perdesiymişçesine armağan etmişti mazisini. "…Büyükannem denizi çok severdi, her yaz buraya yanına gelip tatili hep birlikte geçirirdik. Bir gün çok üzgün olduğum vakit denize attığım küçük çakıl taşlarına bakarak yanıma gelip yine o birbirinden süslü öykülerini anlatmaya başlamıştı. Demişti ki; derdini denize at bırak kayalıklara salsın, çünkü deniz derdini kayalıklara anlatır bu nedenle soğuk ve serttirler. Kendilerine anlatılan dertlere katlanabilmek için." Mavi gözlü genç adam masal dinleyen bir çocukmuşçasına kızın dudaklarından düşen kelamlara kaptırırken kendini, ince dudaklarına kondurduğu tebessüm hilal biçimiyle kuşatmaya başlamıştı simasını. Geniş bir aileye sahip olan adamın daima anlatacak bir öyküsü olduğundan, keyifle dinlemişti kızın öyküsünü. Zaten hayat sonsuz öykülerden gelen bir diziden ibaret değil miydi ki? Dünya’ya gözlerini aralayan her ruhun öyküsü çığlıkla başlarken, ellerinde şekilleniyordu, kimi vakit öyküler elemle son bulup hüznün tohumlarını serperken yüreklere, kimi anlar ise tam hilaf olaylar mutluluğun baki olduğu vadilere aralıyordu penceresi. Tom Laurent'in penceresi ise arafa bakıyordu; hayat binbir yüzünü göstermişti genç adama, bazen avuçlarından çekilip alınan ailesi bütün gücünü yitirtirken mavi gözlü adama, bazen ise yeni karşılaştığı günün güzellikleriyle merhaba diyordu dünyaya. Buna rağmen Tom, bakmak istediği pencereyi seçmişti daima; mutluluğun mesken olduğu diyarlara. Yüzündeki gülümsemeyi bozmadan aktarırken düşlerinde ki tekellümleri, kapanmıştı dûzahın penceresi. 

"Büyükannen bilge bir insanmış, ama kimi zamanlar içindeki sıkıntıları çevrene de anlatmanı tavsiye ederim, bazen en yakın deniz çevrendedir." Düşüncelere dalmıştı kızıl saçlı kız, deniz kadar derin düşünceler doluşurken zihninde çocuğun cümlelerinde barındırdığı anlam çevresinde ki dostlarını resmetmişti fikriyatlarında. Gerçekten kaldırabilir miydi insan bir başkasının dertlerini, kaya kadar sağlam ve soğuk olabilir miydi yeri geldiğinde; pek kafasına takmadı gönlü şen kız. "Misal bir yabancıya mı?" Tek kaşını sorgu masasının başına geçen memuru anımsatarak kaldırırken hemen yanında oturan mavi gözlü yabancının uzanan eli kilitli kapılardan farksızdı. "Eh, ben yabancı demezdim. Tom derdim." Kendisine uzatılan eli kavrayan beden, karşısında ki simadan farksız biçimde dudaklarına kondurduğu içten gülümsemeyle bakarken bir zamanların nâşinas olanına, aynı samimiyetle beyan etti fikriyatlarında serair olan isme. "Memnun oldum yabancı olmayan Tom, bende Harley."

*     *     *

NOX


Bir meltemdi güzü baharla buluşturan,
Bir meltemdi baharı tomurcuklarından koparan,
Özlem duyuyordu tabiat baharın yeşilliğine;
Buna rağmen kâina, bîmübâlât edercesine kışın kasvetini yaydı hürcene.
6 Aralık 2011
İnce ve kısa boylu olan yaratığın ağacı anımsatıyordu küçük bedeni, buna rağmen sivri dalları anımsatan uzun parmaklarının arasındaki özentisiz görünümüne rağmen insanı kendinden geçirebilinecek ses çıkan flütteki nameler yeşilliği mesken etmiş ormanın içinde, dalların arasında serair olmuş kuşların melodilerini kıskandıracak derecede hoş ve zarif çıkan ses, rüzgârla birlikte yayılmaya devam ediyordu küçük kasabaya kadar. Burası Almanya’nın küçük kasabası Hamely'di, sonbahar ayları adeta renkcümbüşüne bürünen yer hayallerini süsleyen cennetten bir köşeyi barındırırken fanilerin dünyasında, aslında behiştin o kadar uzak olmayıp yalnızca dikkatle bakan gözlerin görebileceğini haykırıyordu seyyahlarına. Ne vardı ki her güzelliğin bir sonu vardı; bu durum Hamely içinde geçerliydi, ormanın derinliklerinden yayılan melodiler sadece küçük çocukların düşlerini süsleyebilinecek derecede efsunluyken, yetişkinlerin kulaklarını tıkayıp gören gözlerine perde indirdikleri âlemde duyamıyordu kimse sivri pençeli yaratığın melodilerini, göremiyordu hiç kimse çocukların şen kahkahaları arasında gizlenmiş ölümün çağırısını. Zaman perde çektirmişti insana, beslediği umut sönerken mum misali, geriye ne bir iz, nede bir hatıra bırakmıştı zihinlere. Sadece gerçekçiliğin dünyasına adanmış benlikler, gözlerinin görebildiğine inanırken yürekleriyle; dünyaya gözlerini yeni açıp kendilerini hulyaların deryalarına bırakan bedenler duymuşları yaratığın yitip giden çağırısını. Kehribar gözlü yaratık, kavalından çıkan kanlı melodilerle çekerken izleyicilerini, boğulup giden düşüncelerinin arasında tek bir ses yankılanıyordu çılgınca; açlık. Açtı doğaya kendisini adayan varlık, ağacı anımsatan bedeni toprakla bütün olurken kimi anlar, doymak bilmeyen iştahı giderek daha fazlasını isteyerek tükenmek bilmeyen iştahına mani olamıyordu, zihnin karmaşık odalarında. Ahmer saçlı cadı, usulca takip ederken kendisini melodiye adamış çocukları, kulakları işitmiyordu yaratığın efsunlu namelerini. Hafiften iç geçirdi duyamadığı sese özlem gösteren avcı, zira kendisinin de çevresini kuşatan zihinlerine perde çekip çocukluklarını yitiren yetişkinler topluluğuna adım attığını idrak etmişti isteksizce. Bir sürüymüşçesine birbirini takip eden küçük adımlar, duydukları sesin sahibini görmüş olsalar da yadırgamamışlardı yaratığın habis görünümüne karşı, aksine kavalın ucundan çıkan sesin sahibini sanki takdir edercesine giderek daha da yanlarına yaklaşıyorlardı bilinçsizce. Küçük çocuğun kolunu tutan keskin pençeler kızın kar tanesi kolunda derin çizikler açıp ahmer rengi sıcak sıvının bedeninden akıp gitmesine müsaade etse de, bu durum çocuğun umurunda değilmiş gibi yaratığın kolunda açtığı kesiğe aldırış etmedi zihnini kuşatan müziğin etkisiyle. Aklındaki bütün düşünceler silinmişti ufak bedene şayet o an kim olup ne yaptığını sorsanız belki de alacağınız yanıt yalnız rüzgârın fısıltısından ibaret olurdu. Bedenini kapatan ağaçların ardından olup biteni izleyen avcı doğru zamanı beklemek üzere sabretmeye çalışmasına rağmen başarılı olamamıştı tanıklık ettiği manzaraya karşı; yaratık keskin pençeleri arasında tuttuğu kolu sivri dişlerini geçirerek ısırmaya çalışıyor, ufak bedenden akan kanları büyük bir iştahla kuru boğazından geçirerek tıpkı toprağın suya olan açlığı gibi bedenini kuşatan açlığı yok etmeye çalışıyordu zihnini kuşatan kanın büyüsüyle. Saklandığı yerden çıkan avcı davetli olmadığı bir ziyafeti engelliyormuşçasına bütün bakışları üzerine toparlamıştı, aslına bakarsanız davetli olduğu da söylenemezdi bu ziyafete karşı. Yüzünü kaplayan geniş gülümsemesiyle yaratığa bakarken, huzursuz varlık küçük çocuğun kendinden geçmiş yarı baygın bedenini bırakıp yeşil gözlü cadıya küfredercesine hırıldayarak huzursuzluğunu dile getirmeye kalkmış lakin bu durum cadıyı geri adım attırmamış, bilakis anlamsız bakışlarla karşısındaki varlığa alaycı biçimde bakmasını sürdürmüştü. "Oh adamım, bir de doğayı sev, yeşili koru derler. Ağaçlar insanları yerken bunu nasıl yapmamızı bekliyorlar?" Asanın ucundan çıkan ışık huzmesi yaratığın bedenini alevlerin kızıl tonlarıyla yakıp kavururken, zihinlerine perde inen çocuklar derin bir uykudan uyanıyormuşçasına çevrelerini merakla süzmeye başlamışlardı.

7 Aralık 2011
Cisimlenmek hiçbir vakit hoşuna gitmemişti kızıl cadının, çoğu vakitler başını döndüren bu his lunaparkta ki hız treninden indiği andan farksız geliyordu omuzlarında ki avın yorgunluğuyla eve gelmenin sevincini gönlünde barındıran avcıya. Aralanan ahşap kapıyla birlikte özlem duyduğu manzara gözlerinde resmederken, görmeyi umut etmediği tanıdık bir sima bara yakın masalardan birine oturmuş, bademi anımsatan kestane rengi bakışlarını kadına yönlendirmiş, yayınlanan maçı dinliyordu. "Elindeki kavala bakılacak olunursa görüyorum ki Erkling avından dönmüşsün kızıl, sanırım seyirciler küçük adamın konserini beğenmedi." Şehir neredeyse boş denilebilinecek derecede sakindi. Sessiz bir öğleden sonrası güneş yüzünü gösterirken genç adam elinde tuttuğu birayı büyük bir iştahla içiyor devirdiği kestane rengi gözleriyle kızın elinde tuttuğu kavala bakıyordu. Mark Anderson yıllarını fantastik yaratıklara adayan insanlardan biriydi, genelde akşamüzerine doğru barın kapısına dayanıp yakaladığı avın öyküsünü anlatan adam bu kez ukala tavırlarına rağmen rutinini bozarak tembelliğe adadığı benliğiyle birlikte alkolün aramasına vermişti zihnini. Adamın rahat tavırları ilk başta kızıl avcının sinirine dokunsa bile zaman içerisinde alışmıştı deneyimli avcının huyuna, yüzüne kondurduğu hafif tebessümle ellerini iki yana açarak omuzlarını hafifçe silkti kadın. "Ne diyebilirim ki, şarkısını beğenmedim. Sahi Jervis nerelerde? Sakın barı sana emanet ettiğini söyleme bana." Meraklı bakışlarla çevresini süzerken, birkaç yıl evvel barda çalışması için işe aldığı delikanlıyı küçük bir çocuğun arayışıyla ayaklarını parmak ucuna yükselterek tezgâhın ardını görmeye çabalıyor, velâkin bu çabası boşuna çıkıyordu. Yanaklarını aldığı derin nefesle balon timsali şişirirken, sıkıntıyla geri verdiği hava Japon balığını andıran simasından silinerek varlığını sonlandırırken, elinde tuttuğu bira şişesine bakışlarını adayan adamın yanıtı geç olmamıştı. "Çerez almaya yolladım, bardaki çerezler tükenmişti. Haa bu arada arka tarafta seni soran biri var, yeni yetme bir avcıya benziyor, bana sorarsan çocuğun bu tip işlerden anladığı yok. Ona bir iki taktik vermeye kalktım bana deliymiş gibi baktı. Huh. Kesin iki güne kalmaz kurtadam yemeği olur, dolunay yaklaşıyor." Elinde tuttuğu bira şişesini parmaklarının arasında havada döndürerek sallarken yarı uykulu gözlerini kıza yönlendirmiş avcı, sabırsız biçimde açlığına son verecek çerezlerin gelişinin hayallerine düşmüştü. Deneyimli avcının sözleriyle zihnini kuşatan sorulara son verme gayesine bürünen kızıl saçlı genç kadın, avcının yarı baygın tavırlarına aldırış etmeden, tezgâhın ardındaki odaya yönlendirdi adımlarını. Mark'ın yabancı hakkında söylediklerine katılmıyordu Harley, zira bir vakitler rutinliğe adanmış yaşamın çarkını durdurmaya başarıp, dünyanın kendisini gizlediği tehlikelerden bihaber olup mücadele etmeye kalkmıştı tabiatın adaletsiz döngüsüne karşı. Aralanan ahşap kapıyla birlikte zihnine kazınan bir çift azur renginde ki göz dudaklarındaki tebessümü arttırırken Mark’ın sözlerinde ki endişeyi sevk etti fikriyatlarına; 'ona bir iki taktik vermeye kalktım, bana deliymiş gibi baktı' avcının sözleri yankılanırken düşüncelerinde dudağını hafif biçimde farkında dahi olmadan kemirmeye başlamıştı kadın. Ne vakit içine düşen şüphe tohumları kuşatıp, âsûdegî alsa yüreğinden düşen sıkıntıyla ya parmaklarını kütletir ya da dudağını kemirirdi genç kadın. Tom Laurent, kızın düşüncelerinde yaşıyordu adeta, henüz tanışmalarının başlangıcından birkaç ay geçse de, geçmişte kalan zaman zarfı sanki yılların kapılarını aralamıştı genç adama. Zamanın ne denli çabuk yâda yavaş geçtiğini anlayamıyordu kadınla; kızın yeşil gözlerinde endişenin tomurcukları filizlenirken adamın bakışları su kadar durgun ve huzurluydu gördüğü endişeye karşı. Zira insana huzur veren yegâne unsurun çevresi olduğunu biliyordu adam. "Sakın bana canın içinde ki deli adamın bozduğunu söyleme. Jervis'e sen yokken barı kapatmamızı söyledim fakat beni dinlemedi." Sıcak bir tebessümle sarılırken adam kadına, mavi gözleri ışıldıyordu yakamozlar gibi. Kelamlar kuşattı dört bir yanı, samimiyet doğdu sıradan lafızların fısıltılarından, ince dudakları yay biçimini alırken kızıl avcının zihninde ki düşünceler terk etmiyordu benliğini. Endişeyle elini kenetleyen eli serbest bırakırken, gözlerinde solan tarabengîz duygunun yerini artık korku kaplamıştı. Hâlbuki korkması için hiçbir netice gerek yoktu ortada, neticede sevgiyi güvenle gelen bir unsur kabullenmişti uzun yıllar boyu, sevgiyi gökte kendisine göz kırpan yıldızlar olarak benimsemişti cadı, şimdi o yıldız yanı başında endişesini alıp uzaklara götürmek üzere yardım elini uzatıyordu bütün içtenliğiyle. "Aslında öylede diyebilirsin. Benimle gel." Birbirinden ayrılan eller, iki yabancıyı anımsatırken artık, aslında öyle olmadıklarına içten içe inanmayı sürdürüyordu her iki bedeninde sahibi. 

Karanlıkla kucak açan merdivenler ışığı tadarken son demlerini tatmadan yok oldu mekânı kuşatan kasvet. Buna rağmen neden bodrum atkına gittiklerine anlam veremiyordu genç adam, yine de fikriyatlarını kuşatan suallerin anahtarına yakın zamanda kavuşacağını kanaat getirerek yüreğine endişenin izlerini yer etmiyordu. Sessizliğe bürünen yerden çıkan tek tını, eski merdivenlerin basamaklarından çıkan belli belirsiz gıcırtıdan ibaretken kadına göre çarpan kalbinin sesiydi yankılanan. Küçük fakat samimi bir ortamdı burası, ellili yıllardan kalma dekoruyla nostaljinin kapılarını aralarken meraklı bakışlara ev sahipliği yapan geniş kütüphane ziyaretçilerin ilgisini çekmeye yetip arttırıyordu. Sararmış, yazmalar ve parşömenlerin arasında mürekkeple bâkîlenmiş sırlar, çevreyi kuşatan tozların saltanatına boyun eğmişken kızın dudaklarından dökülen nâşinas lafızlarla aralanan kütüphane barındırdığı sırları çıkardı açığa. Sarı ışığın altında uçuşan tozlar havada kuru yapraklarmışçasına süzülürken, dağılan toz bulutunun sakladıkları serildi gözlere. Yer yer özenle yerleştirilmiş silahları duvarda sanki antik bir müzeyi anımsıyor, birbirinden ilginç çizimdeki karakterler masal kitaplarının sayfalarını çağrıştırıyordu. "Mark'ın dediklerini anımsıyorsun değil mi? Açıkçası sana ne anlattı pek emin değilim lakin değer verdiğim birinden hayatımın büyük kısmını kaplayan hakikati saklamamı bekleme benden…" Adamın mekânda bulunan ahşap masanın yanında ki sandalyeye oturup olan biteni pür dikkat dinlediğini görünce sözlerini bölmeden devam ettirmeye karar veren yeşil gözlü avcı, mümkün mertebe havada asılı kalan suallerin önüne geçmeye çabaladı. "…Bana bütün bunlar ailemden yadigâr kalma, ailem çok eski yıllardan beri fantastik yaratıklar hakkında bütün araştırmasını görmüş olduğun sayfaların arasına yazdı ve bütün bunları yalnız çevresindekileri korumak maksatlı yaptı. Biliyorum biraz kulağa çılgınca gelecek lakin masal kitaplarında yer alan hikâyeler aslında hikâye değil demeye benziyor ki hakikatte bu." Saniyeler evvel masanın üzerine bıraktığı deri ciltli kalın günceyi inceleyen adam siyah mürekkeple özenle çizilmiş yaratıkların resimlerine ve açıklamasına donuk bakışlar eşliğinde bakarken boğazında düğümlenen cümleler, düşüncelerinde sıkışıp kaldı bir anlığına. "Bunlar gerçekten ürkütücü, öte yandan sen harika bir insansın Harley, yaptığın iş ve açık sözlülüğünle emin ol ki seni çok sevdim, fakat tüm bunlar benim için oldukça yeni ve hatta hayatımda asla benimseyemeyeceğim şeyler…" Derken ışık söndü kâinatta, yıldızlar selam etmez oldu kızıl saçlı cadının dünyasına; kelimeler havada asılı kalırken duymaz oldu kulakları, idrak etmez oldu zihni yaşananlara. Çığlıklar yükselmesine rağmen yüreğinde o; yalnızca susmakla yetinmişti benliğini kuşatan sessizliğe. "…Hoşçakal." Elemle kuşanan mekân iki yüreğin sessiz haykırışlarına kapılmışken, bir bahar rüzgârı gibi geçip gitti Tom Laurent kızıl saçlı avcının diyarından.

Söndü nilî perdeyi süsleyen ahterler,
Söndü umutlar doğan güneşle,
Hâlbuki güneşti, yaşamın kaynağı, güneşti hakikatin anahtarı,
Buna rağmen esen ruhayla baharını yitiren yürek güzün câvidân bürûdetini tattı usulca. Şimdi anlıyordu gülnâr saçlı kız, leylin getirdiği kandillerin er yada geç sönmeye mahkûm olduğunu.

-son-

Gifler tumblrdan alıntıdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
Tasarım : Merve Canbaz